Kıbrıs'ın fethi 50 bin şehide maloldu. Adaya, Konya ve İçel yöresinden getirilen Türkler yerleştirildi. Kanunî Sultan Süleyman zamanında Akdeniz'de Türk hâkimiyetine karşı koyacak devlet kalmamış, Haçlılar birleşip en güçlü donanmayı meydana getirseler bile yenilmekten kurtulamamışlardı. Fakat, Akdeniz'in doğusunda kalan Kıbrıs ve Girit adaları hâlâ işgal edilmemişti.
II.Bayezid zamanında Kıbrıs Adası Venedik hâkimiyetine girmiş ve bir meclis tarafından idare olunmaya başlamıştı. Venedikliler Kıbrıs için Memlûkler'e vermekte oldukları yıllık 8 bin duka altın tutarındaki vergiyi kabul etmişlerdi ve o zamandan beri bu vergiyi Osmanlılarca aksatmadan ödüyorlardı. Bu sebeple Kıbrıs'ın fethine teşebbüs edilmemişti. Fakat, vergi verdiği için serbest bırakılan Kıbrıs'ta Venedik donanması gittikçe kuvvetleniyor, bunlar ve burada üslenen korsan gemileri zaman zaman Türk tüccar ve hacı gemilerini vuruyor, Anadolu ve Suriye kıyılarında soygun yapıyorlardı. Batı Avrupa'da bazı ülkelerin kıyıları hariç olmak üzere Akdeniz'in bütün kıyılarına ve yüzlerce adasına sahip olan Osmanlı Devleti'nin Kıbrıs Adası'nı serbest bırakması, hele bu adada üslenen korsanları cezalandırmaması, Doğu Akdeniz'de güvenliği bozan Kıbrıs'ı topraklarına katıp kontrol altına almaması düşünülemezdi.
Her devinle önemli
Stratejik ve coğrafî durumu bakımından her devirde büyük önem taşıyan Kıbrıs, Doğu Akdeniz'de geniş kıyıları bulunan KuzeyAfrika, Suriye, Filistin ve Lübnan'ı sınırları içine alan Osmanlı Devleti için çok önemliydi. Yılda 8-10 bin duka altın vergi vererek serbest kalması o gün için uygun olsa bile sonraki dönemlerde zararlı olabilirdi. Onun için bu adanın yönetimi mutlaka Türkler'in elinde olmalı, ne pahasına olursa olsun ada alınmalıydı. Gerçekten de o günlerde büyük fedakârlıklara malolacak Kıbrıs'ın fethi geniş yankı uyandıracak, hattâ bu fedakârlık lüzumsuz bile görülecek, fakat sonraki dönemlerde bunun en önemli fetihlerden biri olduğu anlaşılacaktı. Her bakımdan çok önemli olan Kıbrıs Adasının Osmanlı yönetimine alınması, Kanunî1 nin oğlu ve 11. Osmanlı padişahı olan II. Selim zamanında gerçekleşti.
Kıbrıs seferinin yapılmasını II. Selim ile birlikte vezirlerin çoğunluğu istiyordu. Fakat sadrazam Sokollu Mehmed Paşa böyle bir seferi uygun bulmuyordu. Ona göre, bu sefer yapılırsa Avrupa devletleri Osmanlı aleyhine birleşip saldırabiiirlerdi. Osmanlılar kuvvetlerini Kıbrıs'a yöneltmişken birleşecek Avrupa devletleri bundan yararlanmak isteyebilirlerdi. Fakat Sokollu azınlıkta kaldı. Ayrıca gerekçesi pek kuvvetli bulunmadı. Çünkü Almanya (Avusturya) ile barış imzalanmıştı. Fransızlar Kanunî zamanında elde ettikleri imtiyazları kaybetmek istemezlerdi Almanya'nın Venedik için savaşa girmesi şüpheliydi. Doğudaki rakip devlet İran'la da dostane ilişkiler kurulmuş ve devam ediyordu.
Ya korsanlığı bırakın, ya adayı...
II. Selim, Şeyhülislâm Ebussuud Efendiden de fetva alınca, sefer hazırlığına başlanılmasını emretti. Fakat önce meselenin barış yoluyla halledilip halledilemeyeceğini denemekte yarar vardı. Bunun için Venedik'e üst üste iki elçi gönderildi. Birinci elçi Tercüman Mahmud Efendi idi. Kıbrıs sularında meydana gelen olayları anlatarak bunların önlenmesini ve burada üslenen korsanların sebep olduğu zararın ödenmesini istedi. "Ya korsanlığı bırakın, ya adayı alırız!" dedi. Bu istek karşılanmayınca, bir süre sonra ikinci elçi gönderildi. İkinci elçi Kubad Çavuş idi ve açıkça Kıbrıs'ın Osmanlılar'a ter-kedilmesini istedi. Bu istek de kabul edilmeyince sefer kararı kesinleşmiş oldu. Venedikliler de bu seferin yapılacağını bildikleri için Avrupa'da müttefik aramaya başladılar. Tahmin edildiği gibi Almanya, Fransa ve Avusturya, Venedik'le işbirliğine yanaşmadılar. Fakat İspanya, Papalık ve Malta yardım edeceklerini bildirdiler. Yani Akdeniz'in en eski ve güçlü denizci devletleri Türkler'e karşı yine birleşeceklerdi.
* Türk donanması Kıbrıs kıyılarında
Sultan li. Selim Kıbrıs seferi içm serdar (başkumandan) olarak besinci vezir Lâlâ Mustafa Paşa'yı tayin etti. Kaptan-ı deryalığı da üçüncü vezir Plyâle Paşa yapacaktı. Donanmanın ikinci kumandanlığına da Müezzinzâde Ali Paşa getirildi. 180 kadırga, 10 mavna ve 170 küçük deniz aracından oluşan 360 parça gemiye 60 bin kara askeri bindirildi. Çıkartma başladıktan sonra Anadolu kıyılarından, Halep ve Şam'dan yeni asker sevkedilecek ve ordunun mevcudu artacaktı. Öte yandan, Venedik'in yardım isteğine olumlu cevap veren İspanya, Malta ve Ceneviz donanmalarına ait 206 gemi ve 36 bin asker Girit Adası'nda biraraya gelmişti. Bunlar Kıbrıs'taki Venedik kuvvetleriyle birleşeceklerdi.
Türk donanması 15 Mayıs 1570te İstanbul'dan ayrıldı ve 1 Temmuz'da Limasol kıyılarına ulaştı. Ertesi gün karaya asker çıkarıldı ve hiç direnmeden teslim olan Leftari Kalesi alındı Serasker Lâlâ Mustafa Paşa, halkın canına ve malına dokunulmayacağına söz vermişti. Fakat Venedikliler, direnmeden kaleyi boşaltan Leftari halkının erkeklerini öldürüp kadın ve çocuklarını dağaçıkardılar. Böylece, direnmeden teslime yanaşacak diğer kalelerin halkına gözdağı vermiş oluyorlardı. 4 Temmuz'da Larnaka iskelesinden çıkarıldı. 9 Temmuz'da Anadolu'ya bakara yıdaki Glrne Kalesi yine direnmeden tesî oldu. Böylece Kıbrıs'ın merkezi olan Lefkoşe güneyden ve kuzeyden çevrik oluyordu.
* Lefkoşe Kalesi teslim oluyor
Lefkoşe, 3 mil uzunluğunda yüksek surla çevrilmişti. Kuvvetli istihkâmları bulunan çok iyi savunulan bir kale idi. Herbiri 2 im asker ve 4 top alan 11 tabyası vardı ve kaseyi 10 bin kişilik bir kuvvet savunuyordu
Lâlâ Mustafa Paşa emrindeki askeri yedi gruba ayırarak tabyaların karşısına yerleştirdi. 22 Temmuz'da top atışlarını başlatt? Bombardıman günlerce devam etmesine rağmen, çok sağlam olan kale bedenlerinde gedik açılamıyordu. Yapılan üç genel sa^ rıda, kaleyi savunanlara büyük kayıplar v-: diriidiği halde içeri girilemedi. Bunun üze ne Lâlâ Mustafa Paşa, 9 Eylül günü, büyük bir hücum için donanmadan 20 bin asker getirtti.
Fakat bu kuvvetlerin kullanılmasına geri kalmadı. Gün doğmadan önce dört tabya t den zaptolunmuş ve Türkler şehre girmiş: Kıbrıs genel valisi Nicola Dandolo hükûme: konağına çekilerek ümitsiz bir savunmaya geçti, ama binanın üzerine çevrilen dört topun atışları sırasında öldü. Böylece ele geçirilen Lefkoşe'den sonra dayanma güçlerini yitiren Baf, Limasol ve Larnaka kaleleri de birbiri ardınca teslim oldular. Venedik'in müttefikleri toplanmış oldukları Girit Adası'ndan 13 Eylül 1570'de Kıbrıs'a doğru harekete geçtiler. Fakat hareketlerinden 9 gün sonra Türkler'in Lefkoşe'yi zaptettiklerini öğrenince, artık bir şey yapamayacaklarını anlayarak geri döndüler.
* Bir kış süren kuşatma
Lefkoşe kuşatması sırasında, Maraş beylerbeyi Mustafa Paşa da Magosa'yı kuşatma altında tutuyordu. Fakat bu uzaktan yapılan bir kuşatma idi. Serdar Lâlâ Mustafa Pa-şa'nın gelişi üzerine 18 Eylül günü Magosa iyice kuşatıldı. Burası, Lefkoşe'den daha kuvvetli, çok iyi korunan bir kale idi. Orduyu Kıbrıs çıkartması için getiren Osmanlı donanması ekimin ilk haftasında geri dönmüş, Kıbrıs sularında sadece 40 kadırga bırakılmıştı. Lâlâ Mustafa Paşa da kalenin uzun süre dayanabileceğini hesaplamış, kış mevsiminde, orduyu yıpratmayarak, büyük saldırıyı ilkbahara bırakmayı uygun bulmuştu. Kale 7 ay boyunca, hücum edilmeden abluka altında tutuldu. Bu gevşemeden yararlanan 12. Venedik gemisi 23 Ocak günü Ma-gosa limanına girmeyi, 1600 asker, mühimmat ve erzak getirmeyi başardı. Bu olay ablukanın daraltılmasına sebep oldu.
Artık beklenen zaman gelmişti. Nisan ortalarından itibaren kaleye hücum için gerekli çalışmalar başlatıldı. Magosa tabyalarının karşısına 74etop yerleştirildi, hendek ve siperler kazıldı. Yüksek okçu kuleleri yapılarak uygun yerlere konuldu. Nihayet 15 Mayıs günü toplar ateşlendi ve esas harekât başlamış oldu. Magosa Kalesi'nin savunmasını yöneten Venedikli kumandan Marco Antonio Bragadino idi. Yanında Hector Baglioni, Giovanni Antonio Kirini gibi ünlü kumandanlar da vardı.
* Siviller Türk Ordusu'nun himayesinde
Venedikli kumandan kalede bulunan 8 bin sivilin dışarı çıkarılmasına izin verilip verilmeyeceğini sordu. Bu izin verildi. Bunun üzerine kaleden çıkarılan 8 bin sivil, Türk askerlerinin koruması altında köylere gittiler. Kalede yalnız savunma kuvvetleri kaldı. Bunların da sayıları şimdi 7 bine inmiş bulunuyordu. Zorlu kuşatma ikibuçuk aydan beri devam ediyor, ard arda hücumlar yapılıyor, fakat kale hâlâ alınamıyordu. Surlar çok sağlamdı ve savunma kuvvetleri de gerçekten iyi idare ediliyorlardı. Surların ancak lağımların patlatmasıyla tahrip edilebileceği anlaşılmıştı. Bunun için lağım açma işine hız verildi. Vehedikliler'in güçlü savunmalarına rağmen Kilis sancakbeyi Canbolat Bey, deniz tarafındaki kulenin altında bir lağım açtırmıştı. 28 Mayıs 1571 günü lağımın patlatılmasiyle surlarda gâdikler açıldı, fakat gece yarısına kadar yapılan çarpışmalardan bir sonuç alınamadı. Venedikliler geceleyin gediği kapattılar. Ama artık surlar daha çabuk, daha çok tahrip ediliyordu.
* Düşman teslim antlaşması istiyor
Lâlâ Mustafa Paşa artık iyice yıkılan surların üzerinden genel hücumu başlatmak üzere iken, Venedikliler, 1 Ağustos 1571 sa-bahı, beyaz teslim bayraklarını dalgalandım maya başladılar. Aynı gün teslim antlaşma imzalandı. Vireye (teslim antlaşmasına) göre, kale savunanlar silâhları, atlan ve eşyalarıyla Girit Adası'na serbestçe gidebileceklerdi. Bunları oraya Türk gemileri götürecekti. Şehir halkının can ve mal güvenliği sağlanacak, Venedikliler'in ellerinde bulunan 50 kadar Türk esiri de serbest bırakılacaktı. Venedikliler'!' Girit'e götürmek üzere 14 Türk gemisi limana girdiği zaman, Lâlâ Mustafa Paşa, nezaketen huzura kabul ettiği Bragadino'ya, "Türk gemilerinin, Venedik donanmasının üssü olan Girit'ten bir zarar görmeden dönmelerini sağlayacak güvencenin ne olduğunu sordu ve böyle bir güvence için bazı kumandanların rehin bırakılmasını istedi."
* Düşman vireyi bozuyor
Bragadino bu isteği "Teslim antlaşmasında (virede) sözkonusu edilmediği" gerekçesiyle reddetti ve kimseyi rehine bırakamayacağını söyledi. Bunun üzerine Lâlâ Mustafa Paşa, vireye göre 50 Türk esirinin serbest bırakılması gerektiğini ve bu şartın yerine getirilmesini istedk öragadino bu defa "Türk esirleri öldürttü m" diye cevap verdi. Bu yetmiyormuş gibi küstahça tavırlar takındı. Gerçekten de Venedikliler, serbest bırakacaklarını söyledikleri 50 Türk esirini işkence çektirerek öldürmüşlerdi. Ahdini tutmayarak 50 Türk'ü öldürten Bragadino'ya çok kızan Lâlâ Mustafa Paşa şöyle dedi:
"Teslim şartında 50 Türk esirinin serbest bırakılması vardı. Bu şarta uymamakla vireyi bozmuş oluyorsun, Bunun cezasını hayatınla ödeyeceksin."
Venedik kumandanının vireyi bozması, küstahça tavırları, kendisinin ve diğer 9 kumandanın hayatına mal oldu. Ayrıca Girit'e gönderilecek Venedikliler de esir sayıldı. Böylece, uzun süren kuşatmadan sonra Kıbrıs'ın fethi tamamlanmıştı. Burası beylerbeylik haline getirildi.
Adaya Anadolu'dan getirilen Türk nüfus yerleştirildi.
Türk nüfus bulunmayan adaya Karaman başta olmak üzere Anadolu'nun dört bir yanından getirilen Türkmenler yerleştirildi. Kıbrıs'ın nüfusu kısa zamanda 120 binden 360 bine çıktı. Bugün Kıbrıs'ta bulunan Türk nüfusu bu Türkmenler'in torunlarıdır.
Ve son bir not; Uzun süren Kıbrıs kuşatması ve fethi çok pahalıya malolmuş, Türkler bu savaşta 50 bin şehit vermişlerdi.
Pek çok beldenin fethini müjdelediği gibi, İslâm medeniyetinin bekâsı ve muhâfazası bakımından mühim bir noktada bulunan Kıbrıs'ın da fethini müjdeleyen Resûlullah Aleyhisselâm, bir gün halası "Ümmü'l-Harâm -radiyallahu anhâ-nın hânesinde uyumakta iken, birdenbire "tebessüm iderek" uyanmış, Ümm-i Harâm: 'Yâ Resulellah! Hiçbir zaman tebessümden uzak olmayasınız! Tebessüm etmenizin sebebi nedir?' diye suâl edince; "Yâ Ümm-i Harâm! Ümmetimden bir tâife gördüm, tahtın üzerindeki padişahlar gibi gemilere binip düşmanla savaşmaya gittiler.'" buyurmuştu.(1) Bu gazanın iki defâ gerçekleşeceğine işaret ederek, bunlardan ilkine Ümmü'l-Harâm'ın da katılabilmesi için duâda bulunmuş; gerçekten de yıllar sonra "Ümm-i Harâm gazâ-yı Kıbrîs içün gemilere binüp" giden askerlerle birlikte "gemiden çıkub, Kıbrîs'a giderken atdan düşüb şehîd" olmuştu.(2)
Müslümanların yayıldığı üç kıt'anın tam ortasında, "küffâr"ın istilâsına karşı bir gözcü kalesi konumundaki "Kıbrıs'uñ Hazret-i 'Ömer -radiyallahu anh- hilâfeti zamânında dahî bir cânibi (tarafı) feth olunub, ol zamanda binâ' olınan câmi'-i 'Ömer'üñ" asırlardır "mihrâbı" ve diğer alâmetleri yerli yerinde dururken, Sultan II. Selîm döneminde bu aşağılık "melâ'in (mel'unlar)" gürûhunun mübârek câmiyi, kendi hemcinslerini bağlayarak "hâşâ, sümme hâşa, selh-hâne'-i hanâzîr (domuz ahırı) itdükleri" haber alınmış ve bunu işiten ehl-i İslâm'ın öfke ve hiddeti son haddine varmıştı.(3)
Sultan İkinci Selim Hân, "küffâr birliği"ne dâhîl olmak için kendini âdetâ yırtan, "küffâr"a yaltaklık ve yalakalık uğruna; din, imân, şeref ve vatan gibi paha biçilmez değerleri ayaklar altına alan, İslâm medeniyetinin kritik bir parçasını koparıp "küffâr"ın emri altına sokan şuursuz ve ahmak devlet adamlarından olmadığı için, Kıbrıs'ın "bir-iki def'a dârü'l-İslâm olmış iken, yine bir tarîk (yol) ile düşmen" hâkimiyetine ve "tasarrufına girdügi"ni görmekten son derece rahatsızlık duyuyor ve bu durumu "gayret-i İslâm"a "mugâyir" buluyordu.(4)
Nitekim "ol târîhdeki vüzerâdan (vezîrlerden) Lâla Mustafa Paşa" da, İslâm'ın kudsî değerlerine kudurmuş bir köpek gibi saldıran bu kâfirlerin yaptıkları rezillikleri işittikçe, "her zamân ve her ân" hüzünleniyor;(5) "Kıbrîs ve Şirvân anıldıkca derûn-u dilden (gönlünün derinliklerinden) âh-u figân" ederek, "her zamân ve her ân" içinden: "'Fethi bu bendeye emr olınmak vukû' bula mı?' deyû Cenâb-ı Hakk'a du'â ve tazarrû'"da bulunuyordu.(6)
Dolayısıyla şanlı vezîr de "küffâr"dan medet uman ve onlara yaltaklık ederek, îmânını ve vatanını yok pahasına satan "sûretâ" vatansever(!)lerden olmadığı için, hiçbir zaman: "Küffâr birliğine girelim de, ne iman gerekir ne de vatan!" diyecek kadar düşmemiş; aksine, gönlünde alevlenen "imân" ve "vatan" aşkıyla: "'Evvelâ îmân, âhir (sonra) Kıbrîs ve Şirvân!' deyû" duâ etmeyi "şâm-u seher (akşam-sabah) kendüye vird" edinmişti.(7)
Kıbrıs'ın Fethinde
Bardağı Taşıran Son Damla Neydi?
Sultan II. Selîm döneminde Venedik "küffâr"ının işgâli altında bulunan "Kıbrîs", bulunduğu coğrâfî konum itibâriyle İslâm sâhillerine çok yakın olduğu için, "her sene Mısr-u Kâhire'ye müteveccih olan (yönelen)" hacılar ve tâcirler, giderken gemilerini "elbette ol semte karîb olan ma'âbirden (yakın olan yerlerden) geçirüb" de gitmek zorunda kalırdı.(8) Adada hüküm süren yüzsüz kâfirler, görünüşte Osmanlı pâdişâhına "itâ'atde geçinüb, mütâba'at (bağlılık) lâfın urırlar"dı,(9) ancak "fursat düşürdikce gemilere çıkub, Mısr'a müteveccih olan ehl-i İslâm gemilerini" yağmalayarak,(10) ortalığı fesâda vermekten de geri kalmazlardı.
Bu iki yüzlü ve sahtekâr kâfirlerin, işi tezgâhlayan elebaşıları köşeye sıkıştırılıp da, kendilerine; "'N'îçün böyle tuğyân idersüñ?' dinildükde: 'Bu fesâdâtı iden Misina ve Malta cezîrelerinüñ (eyâletlerinin) gemileridür, biz değilüz!' deyû" işi başka tarafa çevirerek "hıyânetleri"ni örtbas etmeye kalkışırlar;(11) kendileri yazıp kendileri oynayan ve ardından suçu başkasına yamamaya kalkışan günümüz "küffâr"ı gibi, çevirdikleri dalâvere su yüzüne çıkmasın diye de dikkati hemen başka yönlere çekmeye çalışırlardı.
Nitekim Sultan II. Selîm henüz "şehzâdeliği hâlinde" iken, "diyâr-ı Mısriyye'den murâd idindükleri tuhhâf (hediyeler) ve sükker (şeker) ve pirinç ve at içün gönderdükleri âdemleri furtına ile deryâdan" adaya sığındıklarında, adayı serseri yatağına çeviren Venedik korsanları Osmanlı ile sözde "sulh üzere iken, atları ve sâ'ir metâ'ı zabt idüb", bunların Osmanlı şehzâdesine âit olduğu kendilerine bildirildiğinde: "'Şehzâdenüñ idügi ne ma'lûm?' deyüp", daha "niçe ihânetden soñra virmeğle", pâdişâhın "vicdân-ı şerîfe'leri"nde daha o zamandan Kıbrıs adasını fethedip, içindeki kâfirlerin kökünü kazıma fikri yer etmişti.(12)
İşte bu nedenle pâdişah, Kıbrıs üzerine derhâl "sefer-i hümâyûn" düzenlemeye karar verdi ve Şeyhülislâm Ebu's-su'ûd Efendi'den, bu seferin "Şerî'at-ı mutahhara"ya uygun olup olmadığına dâir bir "fetvâ-yı şerîfe" istedi
"Donanma-i Hümâyûn"la"Lefkoşa" ve "Girne"nin Fethi:
Ebussu'ûd Efendi'nin, Kıbrıs Seferi'nin "Şerî'at-ı mutahhara"ya "aslâ mâni' olmak ihtimâli" bulunmadığını bildiren fetvâsı(14) üzerine, nihâyet 978 hicrî (m. 1570) yılında "pâdişâh-ı zemîn-ü zamân, Hazret-i Sultân Selîm Hân"ın emriyle "cezîre'-i Kıbrîs fethi"ne çıkıldı.(15) Sultan Selîm "vezîr Lâla Mustafa Paşa Hazretleri" ile birlikte "Piyâle Paşa -edâme'llâhu te'âlâ iclâlehû- Hazretleri'ni donanma-i hümâyûn'a serdâr buyurup ve Kapûdân Ali Paşa -dâme ikbâluhû- Hazretleri"ni de "iki biñ nefer ceng-cû yeñiçeri yoldaşları" ile birlikte "tersâne'-i âmire'den seksen dört pâre kadırga"nın başına koyduktan sonra, kadırgalarda yerini alan "korsan re'îsler şevket-ü haşmet"le "Beşiktaş iskelesüñden demür alup" yola çıktılar.(16)
Sefere çıkan donanma erleri öncelikle "sarây-ı âmire öniñde alay bağlayub, şenlükler ve şâdmanluklar" ederek "tôpların atup, Hazret-i pâdişâh-ı dîn-penâh"la vedâlaştılar.(17) Pâdişah gördüğü bu muhteşem manzara karşısında son derece duygulanıp, elini "niyâz"ların ulaştığı en Ulu "dergâh"a doğru kaldırarak: "'Asker-i İslâm eyne kânû haysü kânû (nerede ve hangi yerde olursa olsun) mansûr ve muzaffer olub, a'dâ-yı dîn (din düşmanları) üzerine gâlib-ü kâhir (kahredici) olalar!' deyüp", müminler ise "hayr du'â-vü senâlarıyle vedâ'laşup" onları uğurladılar.(18)
Karadan vazîfe görecek olan "ümerâ'" ile birlikte, "piyâde ve tôplar ve arabalar" da Lâla Mustafa Paşa'nın emrine "âmâde olmağın", şanlı "serdâr"ın "meyli evvelâ Lefkôşe kal'ası fethine toğrıl"up,(19) ilkin "Lefkôşe" muhâsara olundu. Osmanlı levendleri deniz tarafında "küffâr"la çarpışırken, "yeñiçeri tüfeng-endâzları dahî ihzâr eyledükleri meterislere (hazırladıkları siperlere) girüb, kal'a bedenlerinde (burçlarında) olan düşmen üzerine tüfeng fındıkların" ard arda "tökerek yağdırup, düşmen doj"ı olan baş kâfire "baş çıkartmayub" ortalığı peyderpey gülle ve kurşun yağmuruna tuttular.(20) Şehri çevreleyen "kal'a dıvârları ziyâde metîn olmağla, bir vechile (türlü) gedük açılmayub" kale kapıları hâlâ "feth olmayıcak", lâğımcı erlerine "dıvârda lâğımlar kazdırub", altlarına "bârût döşeyüb, od (ateş) virildikde", kâfirlerin yıkılmaz sandıkları o sarp ve sağlam "kal'aları harekete gelüp" korkunç bir gürültüyle yerle bir oldu.(21)
Paşa'nın verdiği direktifle "kal'a"daki kâfirler "gürûh"u "sekiz yirden tôp-u tüfeng ve her tarafdan şakalûş ve darbzen (toplar)la ve zenbürek (oklar)"la bombardımana tutularak, surlar "elli gün tamâmen dögüldi" ve nihâyet 9 Eylül 1571 târihinde, "elli birinci gün bi-inâyeti'l-Fettâh Lefkôşe kal'ası feth" edildi.(22)
Osmanlı ordusunun kudretli pençesiyle "Lefkôşe ki alındı"; şehirde yaşayan kâfir beyleri "serdâr tarafından Girîne kal'ası'na" gönderildi.(23) Girne "kal'ası"ndaki kâfirler, Osmanlı tokadıyla feleğini şaşıran Lefkoşe'li yoldaşlarının içler acısı durumunu ne zaman ki "gördiler"; aynı darbeyi yemenin verdiği kuyruk acısıyla büyük bir korku ve "haşyete düşüb, emânla kal'a miftâhları (anahtarları)nı gönderdiler. Kal'a evbâşları (alçakları)" kaleden dışarıya "çıkdıkda, Girîne de zabt" edildi.(24)
Magosa'nın Düşmesi
ve Kaledeki "Mel'ûn"un Katli:
Kıbrıs'ın iki mühim şehri olan Lefkoşe ve Girne "zabt" edildikten sonra, sıra "Magôsa kal'ası"nın fethine gelmişti. Serdâr, gâzîlerin "Magôsa"yı kolaylıkla fethedebilmesi için "küffâr"ın kazdığı "kal'anuñ handekinden bir mahâlli" toprakla doldurtarak, askeri "kal'aya yürüyiş itmeğe" sevkedip, düşmana o menzilden "hücûm olınmasını" emretti.(25) Şu kadar var ki, "yürüyiş mahâlli olan yirüñ handeki altında" kalan mevziiye "meger ki küffâr"ın bâzısı "yir yir bârût yığınları komışlar ve yürüyiş güninde âna âteş virmeği" plânlamışlar. Gâzîler o an böyle bir şeyin "mümkin idügine i'tikâd" etmedikleri için, bu sinsi plândan "gâfil ve tolmış handek altında" kurulan böyle bir tuzağa "cidden ihtimâl virmezler iken", askere "hemân ki yürüyiş"e geçmeleri emrolundu.(26) İşte o an bu aşağılık kâfirler "zümre"si "kal'a içindeki yolından lâğımlara âteşi virdi"ği gibi, "küffâr"ın "ol fitne"siyle "üç biñ mikdârı" cenkçi "âdem"den "kimi âteşle yandı ve kimi toprak altında basılup" kalarak o an "şehâdet mertebesine yit"ti.(27) Kıbrıs'ı "küffâr"ın elinden almak için çarpışan bu "üç biñ" gâzî, canını bu ada "küffâr"a bir "hiç" için peşkeş çekilsin diye fedâ etmemişti!..
Bu şiddetli savaştan sonra "Kıbrîs cezîresi tamâmen feth" edilmiş ve "emân nâmı ile çıkan yedi kâfir" Lâla Mustafa Paşa'nın izni ve emriyle "yigirmi pâre sefâyine (gemiye) koyulup" Paşa'ya ve yaşadıkları eski topraklara "vedâ' itmek tarîkıyla" yola çıkmışlardı. Bu "yedi kâfir"in hepsi "Magôsa hâkimi olan 'anîd (inatçı) ve ümerâsından" ibâret olup, Paşa'nın katına "el öpmeğe" gelmişlerdi.(28)
Lâla Mustafa Paşa "Magôsa hâkimi" Bragadino'ya "dahî kal'a feth olunmadan" önce, "erkenden isti'mân idüb (emân dileyip) çekilmesi câ'iz idüğini" iletip: "'Senüñ bu vechile (yönde) 'inâdın netîce virmez!' deyû bildirmiş"ti.(29) Ancak bu "kâfir" eceli gelmiş "kelb-i 'anîd.. (inatçı bir köpek) olmağın: 'Kal'ayı saña virmek degül, bir kaç günden soñra tonanmamuz geldükde 'askerüñi kırmak ve seni esîr idüb öñimce yayak getürmek ve kal'a handekine toldurduğıñ toprağı arkanla yine saña taşıtmak mukarrerdür!" demeye cür'et etmişti.(30) Ancak, Osmanlı'nın kudreti karşısında "küffâr imdâddan me'yûs (ümitsiz) olmağla", bu kez Paşa "küffâr dojı" ile bir anlaşma yapıp, kendisinden serbest bırakılmaları karşılığında "üserâ-yı müslimîn (müslüman esirler)den elli mikdâr nâmdâr"ın "teslîmini taleb itmiş"ti.(31)
Şanlı "serdâr", huzûruna "çıkan yedi kâfir"in arasında, zillet ve perişanlık içinde duran "Magôsa hâkimi" Bragadino'yu hemen tanıdı. Verdiği emânın hâricinde, Osmanlı donanmasından "yigirmi pâre gemi" alarak, arzu ettikleri şekilde "gemilere dahî taşınub tol"malarına müsaade eden Paşa, buna karşılık Magosa kralına: "Bu kadar kimse ki size virildi, deryâda donanmañuz var; gemilerimüz yine bize vâsıl olunca(ya dek), rehn tarîkıyla (yoluyla) bir beg kalsun!" dedi.(32)
Ne var ki, yenilgiyi hazmedemeyen bu "mel'ûn, gazâbı yüzinden" serdâr'ın bu sözüne karşı küstahça ve hakâretâmiz bir tarzda: "Beg degül, bir kelb (köpek) bile alıkomazın!" demek cür'etinde bulundu.(33) Hâlbuki "serdâr" hiç mecbur olmadığı hâlde, kendilerine vermek lûtfunda bulunduğu onca gemiye karşılık, bu "mel'ûn"dan epeyce basit bir istekte bulunmuştu. Ortada geçerli hiçbir sebep yokken şımarıp dikbaşlılığa yeltenen bu arsız "mel'ûn"un bu çirkin ve cür'etkârâne tavrı karşısında, "hemân serdâr" Hazretleri "âr ve gayret ve hiddet"e gelip,(34) "ol kelb-i kebîr i akûra (kudurmuş koca köpeğe) gazâbla" anlaşma gereği teslim etmesi gereken elli esîri hatırlatarak: "Bre mel'ûn!.." buyurdu(35) ve "Ya ol üserâ-yı müslimîn (müslümân esirler) kanı?" diye sordu.(36)
Bragadino bu soruya verecek cevâbı olmadığı için, ayaküstü hemen bir yalan uydurup: "Ânlar cümlesi benüm değil idi. Her biri beglerden birinüñ idi. Vire (anlaşma) gecesi katleylemişler!" dedi.(37) Bu cevap karşısında öfkesi daha da artan serdar, bu kâfire son kez: "Ya sende olanı n'eyledüñ?" diye sorduğu zaman, bu "mel'ûn" öncekinden daha şirret ve mel'anet bir tavırla: "'Ânlar katl idicek ben dahî katl eyledüm!' deyû cevâb virince, serdâr dahî: 'İmdi bu takdîrce vireyi (anlaşmayı) sen bozmuşsın!' deyüb", bu kalleş "mel'ûnlaruñ otak öniñde başların kesdürdi"; hattâ bununla kalmayıp "gemilerde olan küffârı dahî çıkardı, ayaklarına muhkem kadanalar (halkalar) urdurdı" ve bu hâl üzre "donanma-yı hümâyûn gemilerine" koydurdu.(38)
Magosa "doj"u Bragadino acziyetini tatmin için şanlı "serdâr"a kendince "taş" atmaya kalkışmış, ancak ummadığı başka bir "taş" fenâ hâlde kendi başını yarmıştı. Önce verilen ahdi alçakça bozmasının, ardından bu cürmü yetmezmiş gibi, bir de küstahlığa kalkışmasının bir cezâsı olarak, Serdâr bu "baş olan mel'ûn"un önce "iki kulakların" kestirdi ve ardından "cunda ucına bağladub, birkaç def'a deryâya" sokup-çıkarttırarak işkence "itdürdi. Zîrâ ba'zı ehl-i İslâm giriftârlarına (tutsaklarına) böyle 'azâb idermiş. Ândan öniñe getürdiler. Çün kal'aya getmelü oldı, yapuğın tahmîl (yapmak istediğini iâde) idüb öñince götürtdi ve kendüler Cum'a namâzın kılınca mel'ûn'a handek toprağın taşıtdılar." Lâla Mustafa Paşa "namâzdan" sonra "begler sarâyına gel"ince, "meydânda bir direk dikilmiş ve bir-iki kelepce yanuna konılmış turır" hâlde görüp: "'Bu ne içündür?' deyû kendüyden su'âl itdi. Müsülmân esirlerine ânuñla 'azâb itdüklerini i'tirâf idicek, kendüsine dahî ol direği kuşatdurup ve ol kelepceleri elüñe-ayağına urdurup, ândan soñra" tıpkı bîçâre ve savunmasız müslümanlara yaptığı gibi "derisin yüzdürdi ve samân toldırub ol diregüñ ucına" astırdı.(39)
Lefoşa ve Girne'den sonra, Magosa'nın da teslim alınmasıyla "Kıbrîs cezîresi tamâmen feth" edilmiş oldu. İkinci Selîm Hân şanlı fetihten sonra "her tarafa feth-nâmeler gönderüb", Kıbrıs'ın "fethi"ni ve kazanılan "zafer"in "ahvâl"ini dünyanın dört bir yanına duyurdu.(40)
Nitekim 7 Ekim 1571 tarihinde Rus çarı İvan'a gönderilen "feth-nâme"de Sultan İkinci Selîm şöyle diyordu:
"Husûsâ, şimdiki hâlde Venedik'e müte'allık olan cezâ'ir-i 'azîmeden (bağlı olan büyük eyâletlerden) Kıbrîs nâm cezîre ki, fethi husûsunda nice selâtîn-i 'âlî-makâm envâ'-ı sa'y-vü ihtimâm (yüksek makamdaki sultânlar türlü çaba ve gayret) zuhûra getürmüşlerken müyesser olmamışdı. Bi-'inâyeti'llâh-i Te'âlâ kuvve'-i kâhire'-i Husrevânemizle (Allah-u Teâlâ'nın yardımıyla, Husrevâne kahredici kuvvetimizle) murâd-ı şerîfümüz üzre feth-u teshîri müyesser olub, sâ'ir memâlik-i mahrûsemüzden (ülke sınırları içindeki memleketlerimizden) biri olmuşdur!"(41)
Lâla Mustafa Paşa'nın eliyle gerçekleşen bu şanlı fethe "Aldı Kıbrîs atasın Şâh-u Selîm"(42) ve "Hamdü li'llâh yiñe alındı hisârı Kıbrîs'uñ"(43) mısrâlarıyla târih düşürüldü. Bu mısrâlar fethin hicrî yılı olan 978 (m. 1571) tarihini gösteriyordu.
Türkler'in "Traş Edilen Sakal"ı
ve Küffâr'ın "Kol Kırdırma" Merâkı:
Kıbrıs'ın fethinden bir yıl sonra "deryâdan ba'zı ümerâ mektûblarıyla haberler gelüp tahkîk itdiler ki, Venedîk dojları İsbâniyye (İspanya) lâ'în ile dostluk üzere ittifâk-u ittihâd eyleyüp, küllî donanma tedârükine" girişmiş ve çok sayıda "ceng-cû cem' eylemege" teşebbüs edip, "bu def'a deryâ yüzine çıkan ehl-i İslâm donanmasıyle buluşmağa 'âyîn-i bâtılaları üzere îmân idüb, 'ahd-ü mîsâk eylemiş"lerdi. Yedikleri Osmanlı tokadının acısıyla, kendi aralarında Osmanlı'ya karşı bu kez: "'Gaflet câ'iz degüldür!' deyû" kesin olarak sözleşmişler; bu beyhûde çabalarıyla Kıbrıs'ı geri alamasalar bile, en azından: "Kıbrîs intikâmuñ aluruz!" demişlerdi.(44) Küffârın bu girişimi, İnebahtı'da yüz doksan Osmanlı gemisinin yakılmasıyla netîcelenmişti.
Kıbrıs'ın fethini engelemeye çalışan Sokollu Mehmed Paşa bile, zamanla bu adanın fethinin "küffâr birliği"ne vurulmuş en büyük târihî darbelerden biri olduğunu îtirâf etmek zorunda kalıyor; İnebahtı fâciasından sonra Osmanlı'nın nabzını ölçmek için İstanbul'a gelen Venedik elçisi Barbaro'ya:
"Bilmiş ol ki, donanmamızı mağlûp etmekle siz bizim ancak sakalımızı kesmiş oldunuz; biz ise Kıbrıs krallığını fethetmekle sizin kolunuzu kırmış olduk! Kesilen kol bir daha yerine gelmez, fakat traş edilen sakal eskisinden daha gür çıkar!.." diyordu.(45)
Sokollu'nun bu sözü bir taraftan Kıbrıs'ın ne kadar büyük bir stratejik öneme sâhip olduğunu ortaya koyarken; diğer taraftan da sinsi ve maksatlı kâfirlerle "el ele" vermeyi mârifet zanneden, "küffâr"ın oyununa gelip devleti yıkımın eşiğine sürükleyen ahmak "hoşgörü" mübtelâlarının, "küffâr"a "el"ini verince "kol"unu kaptırıdığını gösteren bir "nükte" olarak târihe geçiyordu.
Bugün rum "küffâr"ının büyük bir iştahla imzâlattığı "ek protokol" safsatası da, Türk milletinin yanında "İnebahtı" gibi ancak bir "traş"tan ibârettir. Bu "traş"ı yapmaya kalkışanlar bilsinler ki, "kol kırmak" Türk milletinin en çok sevdiği ve asırlardır vazgeçemediği en köklü "târihî" âdetidir!..
Ebussu'ûd Efendi'nin, Kıbrıs Seferi'nin "Şerî'at-ı mutahhara"ya "aslâ mâni' olmak ihtimâli" bulunmadığını bildiren fetvâsı(14) üzerine, nihâyet 978 hicrî (m. 1570) yılında "pâdişâh-ı zemîn-ü zamân, Hazret-i Sultân Selîm Hân"ın emriyle "cezîre'-i Kıbrîs fethi"ne çıkıldı.(15) Sultan Selîm "vezîr Lâla Mustafa Paşa Hazretleri" ile birlikte "Piyâle Paşa -edâme'llâhu te'âlâ iclâlehû- Hazretleri'ni donanma-i hümâyûn'a serdâr buyurup ve Kapûdân Ali Paşa -dâme ikbâluhû- Hazretleri"ni de "iki biñ nefer ceng-cû yeñiçeri yoldaşları" ile birlikte "tersâne'-i âmire'den seksen dört pâre kadırga"nın başına koyduktan sonra, kadırgalarda yerini alan "korsan re'îsler şevket-ü haşmet"le "Beşiktaş iskelesüñden demür alup" yola çıktılar.(16)
Sefere çıkan donanma erleri öncelikle "sarây-ı âmire öniñde alay bağlayub, şenlükler ve şâdmanluklar" ederek "tôpların atup, Hazret-i pâdişâh-ı dîn-penâh"la vedâlaştılar.(17) Pâdişah gördüğü bu muhteşem manzara karşısında son derece duygulanıp, elini "niyâz"ların ulaştığı en Ulu "dergâh"a doğru kaldırarak: "'Asker-i İslâm eyne kânû haysü kânû (nerede ve hangi yerde olursa olsun) mansûr ve muzaffer olub, a'dâ-yı dîn (din düşmanları) üzerine gâlib-ü kâhir (kahredici) olalar!' deyüp", müminler ise "hayr du'â-vü senâlarıyle vedâ'laşup" onları uğurladılar.(18)
Karadan vazîfe görecek olan "ümerâ'" ile birlikte, "piyâde ve tôplar ve arabalar" da Lâla Mustafa Paşa'nın emrine "âmâde olmağın", şanlı "serdâr"ın "meyli evvelâ Lefkôşe kal'ası fethine toğrıl"up,(19) ilkin "Lefkôşe" muhâsara olundu. Osmanlı levendleri deniz tarafında "küffâr"la çarpışırken, "yeñiçeri tüfeng-endâzları dahî ihzâr eyledükleri meterislere (hazırladıkları siperlere) girüb, kal'a bedenlerinde (burçlarında) olan düşmen üzerine tüfeng fındıkların" ard arda "tökerek yağdırup, düşmen doj"ı olan baş kâfire "baş çıkartmayub" ortalığı peyderpey gülle ve kurşun yağmuruna tuttular.(20) Şehri çevreleyen "kal'a dıvârları ziyâde metîn olmağla, bir vechile (türlü) gedük açılmayub" kale kapıları hâlâ "feth olmayıcak", lâğımcı erlerine "dıvârda lâğımlar kazdırub", altlarına "bârût döşeyüb, od (ateş) virildikde", kâfirlerin yıkılmaz sandıkları o sarp ve sağlam "kal'aları harekete gelüp" korkunç bir gürültüyle yerle bir oldu.(21)
Paşa'nın verdiği direktifle "kal'a"daki kâfirler "gürûh"u "sekiz yirden tôp-u tüfeng ve her tarafdan şakalûş ve darbzen (toplar)la ve zenbürek (oklar)"la bombardımana tutularak, surlar "elli gün tamâmen dögüldi" ve nihâyet 9 Eylül 1571 târihinde, "elli birinci gün bi-inâyeti'l-Fettâh Lefkôşe kal'ası feth" edildi.(22)
Osmanlı ordusunun kudretli pençesiyle "Lefkôşe ki alındı"; şehirde yaşayan kâfir beyleri "serdâr tarafından Girîne kal'ası'na" gönderildi.(23) Girne "kal'ası"ndaki kâfirler, Osmanlı tokadıyla feleğini şaşıran Lefkoşe'li yoldaşlarının içler acısı durumunu ne zaman ki "gördiler"; aynı darbeyi yemenin verdiği kuyruk acısıyla büyük bir korku ve "haşyete düşüb, emânla kal'a miftâhları (anahtarları)nı gönderdiler. Kal'a evbâşları (alçakları)" kaleden dışarıya "çıkdıkda, Girîne de zabt" edildi.(24)
Magosa'nın Düşmesi
ve Kaledeki "Mel'ûn"un Katli:
Kıbrıs'ın iki mühim şehri olan Lefkoşe ve Girne "zabt" edildikten sonra, sıra "Magôsa kal'ası"nın fethine gelmişti. Serdâr, gâzîlerin "Magôsa"yı kolaylıkla fethedebilmesi için "küffâr"ın kazdığı "kal'anuñ handekinden bir mahâlli" toprakla doldurtarak, askeri "kal'aya yürüyiş itmeğe" sevkedip, düşmana o menzilden "hücûm olınmasını" emretti.(25) Şu kadar var ki, "yürüyiş mahâlli olan yirüñ handeki altında" kalan mevziiye "meger ki küffâr"ın bâzısı "yir yir bârût yığınları komışlar ve yürüyiş güninde âna âteş virmeği" plânlamışlar. Gâzîler o an böyle bir şeyin "mümkin idügine i'tikâd" etmedikleri için, bu sinsi plândan "gâfil ve tolmış handek altında" kurulan böyle bir tuzağa "cidden ihtimâl virmezler iken", askere "hemân ki yürüyiş"e geçmeleri emrolundu.(26) İşte o an bu aşağılık kâfirler "zümre"si "kal'a içindeki yolından lâğımlara âteşi virdi"ği gibi, "küffâr"ın "ol fitne"siyle "üç biñ mikdârı" cenkçi "âdem"den "kimi âteşle yandı ve kimi toprak altında basılup" kalarak o an "şehâdet mertebesine yit"ti.(27) Kıbrıs'ı "küffâr"ın elinden almak için çarpışan bu "üç biñ" gâzî, canını bu ada "küffâr"a bir "hiç" için peşkeş çekilsin diye fedâ etmemişti!..
Bu şiddetli savaştan sonra "Kıbrîs cezîresi tamâmen feth" edilmiş ve "emân nâmı ile çıkan yedi kâfir" Lâla Mustafa Paşa'nın izni ve emriyle "yigirmi pâre sefâyine (gemiye) koyulup" Paşa'ya ve yaşadıkları eski topraklara "vedâ' itmek tarîkıyla" yola çıkmışlardı. Bu "yedi kâfir"in hepsi "Magôsa hâkimi olan 'anîd (inatçı) ve ümerâsından" ibâret olup, Paşa'nın katına "el öpmeğe" gelmişlerdi.(28)
Lâla Mustafa Paşa "Magôsa hâkimi" Bragadino'ya "dahî kal'a feth olunmadan" önce, "erkenden isti'mân idüb (emân dileyip) çekilmesi câ'iz idüğini" iletip: "'Senüñ bu vechile (yönde) 'inâdın netîce virmez!' deyû bildirmiş"ti.(29) Ancak bu "kâfir" eceli gelmiş "kelb-i 'anîd.. (inatçı bir köpek) olmağın: 'Kal'ayı saña virmek degül, bir kaç günden soñra tonanmamuz geldükde 'askerüñi kırmak ve seni esîr idüb öñimce yayak getürmek ve kal'a handekine toldurduğıñ toprağı arkanla yine saña taşıtmak mukarrerdür!" demeye cür'et etmişti.(30) Ancak, Osmanlı'nın kudreti karşısında "küffâr imdâddan me'yûs (ümitsiz) olmağla", bu kez Paşa "küffâr dojı" ile bir anlaşma yapıp, kendisinden serbest bırakılmaları karşılığında "üserâ-yı müslimîn (müslüman esirler)den elli mikdâr nâmdâr"ın "teslîmini taleb itmiş"ti.(31)
Şanlı "serdâr", huzûruna "çıkan yedi kâfir"in arasında, zillet ve perişanlık içinde duran "Magôsa hâkimi" Bragadino'yu hemen tanıdı. Verdiği emânın hâricinde, Osmanlı donanmasından "yigirmi pâre gemi" alarak, arzu ettikleri şekilde "gemilere dahî taşınub tol"malarına müsaade eden Paşa, buna karşılık Magosa kralına: "Bu kadar kimse ki size virildi, deryâda donanmañuz var; gemilerimüz yine bize vâsıl olunca(ya dek), rehn tarîkıyla (yoluyla) bir beg kalsun!" dedi.(32)
Ne var ki, yenilgiyi hazmedemeyen bu "mel'ûn, gazâbı yüzinden" serdâr'ın bu sözüne karşı küstahça ve hakâretâmiz bir tarzda: "Beg degül, bir kelb (köpek) bile alıkomazın!" demek cür'etinde bulundu.(33) Hâlbuki "serdâr" hiç mecbur olmadığı hâlde, kendilerine vermek lûtfunda bulunduğu onca gemiye karşılık, bu "mel'ûn"dan epeyce basit bir istekte bulunmuştu. Ortada geçerli hiçbir sebep yokken şımarıp dikbaşlılığa yeltenen bu arsız "mel'ûn"un bu çirkin ve cür'etkârâne tavrı karşısında, "hemân serdâr" Hazretleri "âr ve gayret ve hiddet"e gelip,(34) "ol kelb-i kebîr i akûra (kudurmuş koca köpeğe) gazâbla" anlaşma gereği teslim etmesi gereken elli esîri hatırlatarak: "Bre mel'ûn!.." buyurdu(35) ve "Ya ol üserâ-yı müslimîn (müslümân esirler) kanı?" diye sordu.(36)
Bragadino bu soruya verecek cevâbı olmadığı için, ayaküstü hemen bir yalan uydurup: "Ânlar cümlesi benüm değil idi. Her biri beglerden birinüñ idi. Vire (anlaşma) gecesi katleylemişler!" dedi.(37) Bu cevap karşısında öfkesi daha da artan serdar, bu kâfire son kez: "Ya sende olanı n'eyledüñ?" diye sorduğu zaman, bu "mel'ûn" öncekinden daha şirret ve mel'anet bir tavırla: "'Ânlar katl idicek ben dahî katl eyledüm!' deyû cevâb virince, serdâr dahî: 'İmdi bu takdîrce vireyi (anlaşmayı) sen bozmuşsın!' deyüb", bu kalleş "mel'ûnlaruñ otak öniñde başların kesdürdi"; hattâ bununla kalmayıp "gemilerde olan küffârı dahî çıkardı, ayaklarına muhkem kadanalar (halkalar) urdurdı" ve bu hâl üzre "donanma-yı hümâyûn gemilerine" koydurdu.(38)
Magosa "doj"u Bragadino acziyetini tatmin için şanlı "serdâr"a kendince "taş" atmaya kalkışmış, ancak ummadığı başka bir "taş" fenâ hâlde kendi başını yarmıştı. Önce verilen ahdi alçakça bozmasının, ardından bu cürmü yetmezmiş gibi, bir de küstahlığa kalkışmasının bir cezâsı olarak, Serdâr bu "baş olan mel'ûn"un önce "iki kulakların" kestirdi ve ardından "cunda ucına bağladub, birkaç def'a deryâya" sokup-çıkarttırarak işkence "itdürdi. Zîrâ ba'zı ehl-i İslâm giriftârlarına (tutsaklarına) böyle 'azâb idermiş. Ândan öniñe getürdiler. Çün kal'aya getmelü oldı, yapuğın tahmîl (yapmak istediğini iâde) idüb öñince götürtdi ve kendüler Cum'a namâzın kılınca mel'ûn'a handek toprağın taşıtdılar." Lâla Mustafa Paşa "namâzdan" sonra "begler sarâyına gel"ince, "meydânda bir direk dikilmiş ve bir-iki kelepce yanuna konılmış turır" hâlde görüp: "'Bu ne içündür?' deyû kendüyden su'âl itdi. Müsülmân esirlerine ânuñla 'azâb itdüklerini i'tirâf idicek, kendüsine dahî ol direği kuşatdurup ve ol kelepceleri elüñe-ayağına urdurup, ândan soñra" tıpkı bîçâre ve savunmasız müslümanlara yaptığı gibi "derisin yüzdürdi ve samân toldırub ol diregüñ ucına" astırdı.(39)
Lefoşa ve Girne'den sonra, Magosa'nın da teslim alınmasıyla "Kıbrîs cezîresi tamâmen feth" edilmiş oldu. İkinci Selîm Hân şanlı fetihten sonra "her tarafa feth-nâmeler gönderüb", Kıbrıs'ın "fethi"ni ve kazanılan "zafer"in "ahvâl"ini dünyanın dört bir yanına duyurdu.(40)
Nitekim 7 Ekim 1571 tarihinde Rus çarı İvan'a gönderilen "feth-nâme"de Sultan İkinci Selîm şöyle diyordu:
"Husûsâ, şimdiki hâlde Venedik'e müte'allık olan cezâ'ir-i 'azîmeden (bağlı olan büyük eyâletlerden) Kıbrîs nâm cezîre ki, fethi husûsunda nice selâtîn-i 'âlî-makâm envâ'-ı sa'y-vü ihtimâm (yüksek makamdaki sultânlar türlü çaba ve gayret) zuhûra getürmüşlerken müyesser olmamışdı. Bi-'inâyeti'llâh-i Te'âlâ kuvve'-i kâhire'-i Husrevânemizle (Allah-u Teâlâ'nın yardımıyla, Husrevâne kahredici kuvvetimizle) murâd-ı şerîfümüz üzre feth-u teshîri müyesser olub, sâ'ir memâlik-i mahrûsemüzden (ülke sınırları içindeki memleketlerimizden) biri olmuşdur!"(41)
Lâla Mustafa Paşa'nın eliyle gerçekleşen bu şanlı fethe "Aldı Kıbrîs atasın Şâh-u Selîm"(42) ve "Hamdü li'llâh yiñe alındı hisârı Kıbrîs'uñ"(43) mısrâlarıyla târih düşürüldü. Bu mısrâlar fethin hicrî yılı olan 978 (m. 1571) tarihini gösteriyordu.
Türkler'in "Traş Edilen Sakal"ı
ve Küffâr'ın "Kol Kırdırma" Merâkı:
Kıbrıs'ın fethinden bir yıl sonra "deryâdan ba'zı ümerâ mektûblarıyla haberler gelüp tahkîk itdiler ki, Venedîk dojları İsbâniyye (İspanya) lâ'în ile dostluk üzere ittifâk-u ittihâd eyleyüp, küllî donanma tedârükine" girişmiş ve çok sayıda "ceng-cû cem' eylemege" teşebbüs edip, "bu def'a deryâ yüzine çıkan ehl-i İslâm donanmasıyle buluşmağa 'âyîn-i bâtılaları üzere îmân idüb, 'ahd-ü mîsâk eylemiş"lerdi. Yedikleri Osmanlı tokadının acısıyla, kendi aralarında Osmanlı'ya karşı bu kez: "'Gaflet câ'iz degüldür!' deyû" kesin olarak sözleşmişler; bu beyhûde çabalarıyla Kıbrıs'ı geri alamasalar bile, en azından: "Kıbrîs intikâmuñ aluruz!" demişlerdi.(44) Küffârın bu girişimi, İnebahtı'da yüz doksan Osmanlı gemisinin yakılmasıyla netîcelenmişti.
Kıbrıs'ın fethini engelemeye çalışan Sokollu Mehmed Paşa bile, zamanla bu adanın fethinin "küffâr birliği"ne vurulmuş en büyük târihî darbelerden biri olduğunu îtirâf etmek zorunda kalıyor; İnebahtı fâciasından sonra Osmanlı'nın nabzını ölçmek için İstanbul'a gelen Venedik elçisi Barbaro'ya:
"Bilmiş ol ki, donanmamızı mağlûp etmekle siz bizim ancak sakalımızı kesmiş oldunuz; biz ise Kıbrıs krallığını fethetmekle sizin kolunuzu kırmış olduk! Kesilen kol bir daha yerine gelmez, fakat traş edilen sakal eskisinden daha gür çıkar!.." diyordu.(45)
Sokollu'nun bu sözü bir taraftan Kıbrıs'ın ne kadar büyük bir stratejik öneme sâhip olduğunu ortaya koyarken; diğer taraftan da sinsi ve maksatlı kâfirlerle "el ele" vermeyi mârifet zanneden, "küffâr"ın oyununa gelip devleti yıkımın eşiğine sürükleyen ahmak "hoşgörü" mübtelâlarının, "küffâr"a "el"ini verince "kol"unu kaptırıdığını gösteren bir "nükte" olarak târihe geçiyordu.
Bugün rum "küffâr"ının büyük bir iştahla imzâlattığı "ek protokol" safsatası da, Türk milletinin yanında "İnebahtı" gibi ancak bir "traş"tan ibârettir. Bu "traş"ı yapmaya kalkışanlar bilsinler ki, "kol kırmak" Türk milletinin en çok sevdiği ve asırlardır vazgeçemediği en köklü "târihî" âdetidir!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder